WALTER
KAUFMANN
Varoluşçuluk bir doktrin değil, bilakis doktrinlere az eya
çok karşı, felsefik
düşünceye en uygun başlama noktasını birkaç uç deneyimde bulan, birkaç yazın ve
düşün adamının çalışmalarının toplamına verilen bir etikettir. Hareketin başlatıcısı Kierkegaard, Hegel sistemini alaya almış,
yazdığı, Korku ve Titreme (1843), Endişe Kavramı'm (1844) mutsuz bir eser
olan Ölüm Rahatsızlığı (1849) izlemiştir. Üç çeyrek yüzyıl sonra Jasper, Dünya Görüşünün Psikolojisi (Psychology
of Weltanschauungen)'ûe (1919) ölüm ve suçu da içeren uç durumlara {Grenzsituationen) merkezi bir bölüm ayırmıştır.
Fakat egzistansiyalizm sadece geniş anlamıyla uç deneyimlerle değil de,
bunların ötesinde ölümle içiçeliğiyle de anılıyorsa bunu öncelikle önemli yapıtı olan Varlık ve Zaman' in (1927) canalıcı 32 sayfasını
ölüme ayıran Heiddegger'e borçludur.
Daha sonra Sartre, Varlık ve Hiçlik'öe (1943) ölüm üzerine bir bölüm yazmış ve Heidegger'i eleştirmiştir; ve Camus
felsefik sayılabilir iki eserinden birini intihara (Sisyphus Efsanesi, 1942) diğerini cinayete (Başkaldıran
İnsan, 1951) tahsis etmiştir.
Ölümü tartışmanın ortasına
getiren Heidegger'dır. Kısmen yaklaşmanın
eksantrikliği nedeniyle.ondan etkilenen tartışma, sık sık ölüme atıf yapılsa da
aydınlatıcı olmaktan uzak olup, olgunun kendisi yerine Heidegger'in terminolojisi etrafında dönüp durmuştur.
Bu nedenle egzistansiyalizm ve ölüm üzerine bir tartışma Heidegger'le başlar; öncelikle onun yaklaşımı üzerinde biraz
durmanın varoluşçuluğun da kavranmasına önemli katkısı olur.Heidegger'in temel eseri Varlık
ve Zaman tasarlanan eserin herbirinin üç uzun kısma sahip, iki ana bölümden meydana
geleceğinin
belirtildiği ve "Risalenin Ana Hatları" ile son bulan 40 sayfalık bir Giriş ile başlar."Birinci Yarı" adı
altında yayınlanan eser birinci bölümün ilk iki kısmını içerir. İkinci yarı hiç yayınlanmamıştır.
Yayınlanan
iki kısımdan birincisi "Varoluşun Temel Çözümlemesine Hazırlık" başlığını
taşır. Varoluş (Dasein, Beingthere) şey ve hayvan karşıtı olarak, insan varlığını belirten Heidegger'in
bir terimidir. Heidegger'in merkezi ilgi alanı "Varlığın Anlamı"dır;
fakat bunun aslında
özellikle insan varlığı için "Bazı varlıkların varlığının kipi"olduğunu (sayfa7)
söyler. Giriş bölümünde, varlığın anlamı "Varoluş'un analizi" yoluyla keşfedilmelidir,
savını işler. Bu ona göre varlık konusunda
eski Yunan düşünürlerinden beri süregelen kördüğümü -bu kördüğüm hiç değilse Aristo'dan
beri varlık yerine varlıkların
tartışılmasından kaynaklanmaktadır-çözecek
tek yoldur. Varlığa bir yaklaşım sağlayabilmek şeylerin değil varlığın
kipinin (mode) incelenmesine bağlıdır, ve bize en açık olan varlık kipi kendi varlığımızdır: Varoluşumuz. Buradan Heidegger olgubilimsel bir çözümleme sunmayı önerir ve fenomolojik
okulun kurucusu Husserl'e olan şükranlarını belirtir (özellikle 38.sayfa). Gerçekten, Varlık ve Zaman ilk Husserl'in
Jahrbuch für Philosophie und phenomenologische Forschung''unda
görülür.
Her seferinde Yunanca sözcüklerinin kökleri üzerine
güven vermeyen
tartışmalardan geçerek bir altbaşlığını "Olgu Kavramı", diğerini "Logos Kavramı"
diye ayırdığf Bir Sorgulamanın Olgubilimsel Yöntemi" bölümündeki hiç de olgubilimsel
olmayan yöntem tamâmiyle Heidegger'e özgüdür.
Sonunda fenomolojinin anlamının"kendisinin, kendisi gösterir gibi, kendisini
kendisinden gösterdiği şekilde görülmesine
izin vermek" şeklinde formüle edilebileceği sonucuna varır. (Das was sinch
zeight, so wie es sich won ihm selbst her zeigt, von ihm selbst
her sehen lassen).
Ve ilave eder; "Fakat bu yukarıda söylenen
şeyleri kendileri olduğu gibi "özdeyişinden
hiç de farklı değildir. "Bu Husserl'in özdeyişidir. Heidegger yedi sayfalık kuşkulu deliller,
tartışmalı etimolojiler, aşırı keyfi
ve karanlık yaratı ve formüllerle acaip bir yol dan; bırakın dört kelimeyle
dile getirilebilecek bir şeyi gerçekten daha önce ifade edilmiş bir şeyi söylemektedir.
Varlık ve Zaman'da yaratıl?" üslubunun esasıdır...
"Varoluşsal varoluşlann (Existenzialien) karakteristikleri. Bunlar keskin
bir şekilde varoluşsal
olmayan varlık belirlenmelerinden, ki bunlar varlık kategorileridir, kesinlikle
ayrılmalıdır" (sayfa 44). Varoluşlar ve kategoriler varlığın iki
temel olası özelliğidir. Bunlara tekabül eden varlıklar iki farklı ilksel soru kipini talep
ederler. Varlıklar ya
Kim (Varoluş) veya Hangi (En geniş anlamıyla ele alınabilir
varlık) sorusuna yanıt verirler (sayfa
45).
Bu tuhaf tümceler olmasa kitap sadece daha az karanlık olmakla kalmayacak; Avrupa ve Amerika
üniversite seminerlerindeki son bulmaz tartışmalara gerek olmayacak ve kitapta 438
sayfa yerine 100
sayfaya inecekti, önemli bir bölümüne gerek olmayacaktı. Heideggerin uzun
tekrarlamalar ve yaratılarda bulunmaktan kaçınması, kısa kesmek için yeterliydi.
Kierkegaard öğretmence tavırları alaya alıp, kendi uç
deneyimlerinde yoğunlaşmışken; Nietzsche akademik havaları hiç tanımamışcasına
suç, bilinç ve ölüm üzerine yazarken Heidegger; Kierkegaard ve Nietzsche'nin sorunsallarını
aşırarak, onları öyle bir şekilde tartışmıştır ki bir karşılaştırma yapılsa
Hegel ve Aquinos bile onun yanında akademi dışı kalırlar. Aşağıdaki dipnot oldukça özgündür. "Yz.1919 /
20 Kş. yryl'dan beri konferanslarında kuşatan dünyanın çözümlenmesiyle
birlikte varoluşsal olgusallığın yorumlanmasını defalarca ifade etmiştir" (sayfa 72). Husserl
her zaman "E.Husserl" Kant "I.Kant" olarak yazılmış ve köleleri
de görev aşkıyla ustalarını "M.Heidegger" olarak belirtmiştir.
Zaman zaman geçen "Bu düşünceler hakkında detaylı nedenler... II.Kısmın 2.
bölümünde verilecektir" gibi hiç bir zaman gün yüzü görmeyecek bölümler üzerine Kierkeggard
nasıl da yorum
yapmak isterdi (sayfa 89). Onbir sayfa sonra "Burada Deskartçılığın tamamlanmış
eleştirisi, ve temelde daha şimdiden kabul edildiği gibi, dünya varlıkbilimi kendi felsefik
haklarını güven altına alabilir. Buna bağlı olarak şu noktalar gözönüne
serilmeli dir
(bknz.Kısım I,Bölüm 3). 'Yazık ki, bu bölümde hiçbir zaman yayınlanmayacak^; fakat devamındaki dört soruyu
okumak, bu eksikliğe derin bir üzüntü duymaktan kişiyi alakoyar.
İkincisine bakın: Neden dünyevi varlıklar
ontolojik bir başlık olarak sahneye
atlayarak, atlanmış olguların yerini almışlardır?" (Bu, varlık yerine
neden varlıklar tarşılagelmiştir) demektir. Heidegger bir şairdir ve
terminolojisi Nietzsche'nin bir aforismasını akla getirmektedir (14) : "Şair, düşüncelerini ritmin
taşıyıcılığında cümbüşle sunar,
çünkü çoğu zaman yürüyemez" (sayfa 59).
Şimdiye kadar nakledilenler daha az barok bir dile kolayca çevrilebiliyorsa da aşağıdaki italikle yazılmış anlayışın açıklaması daha birçok karanlık ifadenin bir örneği olabilir. Hiç bir başka tanınmış
felsefik çalışma bu denli diğer Alman düşünürlerle karşılaştırılmayacak derecede çok, normal karakterli yazının iki misli italik içermez. "Anlayış, kendi kendisine varolabilenin varoluşsal varlığıdır, fakat öyle ki bu varlık kendi varlığının neredeliğini kendisi ile ortaya koysun."(Verstehen ist das existenziale Sein
des eigenen Seinkönnens das Daseins selbst,so zwar, dass dieses Sein an ihm
selbst das Woran des mit ihm selbst Sein erschliesst)". Bunu takip eden
cümle bütün olarak okunuyor. "Bu varoluşun yapısı
şimdi daha keskin olarak kavranmalı ve ifade edilmelidir." Daha da mı?
Heidegger'in ölüm hakkındaki tartışması, yayınlanan iki
bölümün
ikincisinin başında ele alınmıştır. Bu tartışmanın anlaşılabilmesi için ilk bölümün iki
anahtar kavramına kısaca değinilmesi yerinde olacaktır. Bunlardan birincisi Das
Man, Heidegger'in en mutlu yaratışıdır. Almanca Man kelimesi
"herkes günün birinde ölecektir" veya "kimse bunu yapmamalıdır" daki herkes, kim
sözcüklerine denk düşmektedir,
(İngilizce "one'). Bundan dolayı İngilizce'ye bazan "herkes" (public) veya"adsız
Onlar"(anonymous they) şeklinde
çevrilmesi anlaşılabilir. Fakat Heidegger ayrıca kendisi anlamına gelen
"Man selbst" (İngilizce "one şelf") ile de bir çok tümce kurmuş olup, bundan dolayı
İngilizce'ye Das Man'ı "the
one",olarak çevirmek tercih edilmelidir. "Kimse" gündelik yaşamlarımızın özgün olmayan
varoluşu üzerinde hüküm süren bir despottur.
Tarih ve Zaman'vn sözetmeye değer ikinci kavramı
Kierkegaard'ın
üzerinde önemli bir çalışma yaptığı Angst kavramıdır Kierkegaard'ın kitabı İngilizce'ye The Concept of
Dread (12) (Dehşet Kavramı) olarak
çevrilmesine rağmen,nesneler üzerinde odaklanmış olan korkudan ayrılan bu
duyguyu İngilizce'ye "Anxiety" (Türkçe'ye endişe) olarak çevirmek
aradaki önemli kontrastı göstermenin muhtemelen tek yoludur. Endişede
söylediğimiz gibi hiçbir şey ve
nesneden korku sözkonusu değildir. "Endişenin nedeni yeryüzünde böyle
varolmaktır". "Endişenin nedeni dünya-içeri (in-worldly) bir
varlık olmamaktır". Tehdit edenin hiçbir yerde olmaması, endişenin
ayırıcı temel özelliğidir. "Endişenin ne
olduğu "hiçbirşey ve hiçbir" olmamasıyla açıklanır" (sayfa 186). Ve izleyen sayfada Heidegger italikle "Endişe
hissettiği endişesi
oluşumunun yeryüzünde kendisi olarak varolmakta bulur. " diye yineler.
Bu, şüphesiz kuşkuludur. Şu, bir gerçek ki insanoğlu
arada sırada
korktuğu şeyi tanımlayamadan endişeyi yaşar; fakat Heidegger bu vakaların hiçbirinde
veya çoğunda insanoğlunun korkusunun
nedeninin yeryüzünde" "kendisi" veya "böylesine"
olmaktan kaynaklandığını
göstermemiştir. Daha da ötesi neden korktuğunu
bilmeden endişe duyan insan üzerine yapılan araştırmaların, neden
endişenin nedeninin şu veya bu olduğunu göstermeyebileceğinin
açıklamasını vermedi. Gerçekten bazılarımız zaman zaman umarsız yalnızlık ve terkedilmişlik duygusuna kapılmamıza rağmen bu tür sorular yeretmez.
Çeşitli
endişe şekilleri olabilir, kişi bunların bir kısmında suçluluk duygusu
ve suçlulukla birleşmiş olasılıklara karşı duyulan korkularının, önemli rol oynayacağını keşfedebilir. Kierkegaard tarafından ileri sürülen bu düşünce Heidegger de
sadece aşağıdaki gibi laf arasında geçer; "varoluşta endişe,
varolabilmek için varolmak olarak ortaya çıkar, yani kendisini seçmek ve
kavramak özgürlüğü için özgür
olması gibi. Endişe, varoluşu kendi olası varlığının enüst özgünlüğü olan, her zaman mevcut
özgür oluşuyla karşılaştırır" (sayfa
188).
Heidegger'e göre "korku" özgün olmayan bir
endişe türü olup,
endişenin açığa çıkmasını önler (sayfa 189). "Endişenin psikolojik olarak harekete geçmesi
varoluşun endişeyi kendi Varlık alanında hissetmesiyle mümkün olur" (sayfa
190). Aynı sayfanın sonundaki
bir dipnot "endişe ve korku olgusu istinasız ayırdedilmiştir" diye
aslı olmayan bir iddiayla başlar ve önemsemeden "endişe olgusunun analizinde Kierkegard oldukça derine nüfuz etmiştir" gibi küçültücü bir ifade kullanır.
Aslında Kierkegaard, iyi ya da kötü Heidegger'in
ayrımını daha
önceden sezinlemiş ve endişeyle "hiçbirşey" kavramı arasında bağlantı kurmuştu (12, sayfa 38): "Hiçbirşey
ne gibi bir etki üretir? Endişe'yi
yaratır... Kişi endişe kavramını psikolojide ele alındığı şekilde hemen hemen hiç görmez ve bu nedenle endişenin
belli birşeye atıfta bulunan korku ve benzeri kavramlardan farklı olduğuna dikkati çekmeliyim, halbuki
olabilirlikten önce gelen olabilirlik gibi, endişe özgürlüğün
gerçekliğidir."Sayfa 39 da Kierkegaard
endişe ile "Hiçbirşey" arasındaki bağı hiç değilse kısmen, bir Danimarka deyiminden esinlendiğini
belirtir. Daha ileride(sayfa 53'de), Schelling'in sık sık endişeden konuştuğundan
bahseder ve sayfa 55 de şu özdeyişi sunar."Endişe özgürlüğün
başdönmesidir."
Korku
ve endişe arasındaki ayrım, Psikanaliz'e Genel Giriş'\n (1917) Endişe
başlıklı konferansında (5) Freud tarafından da yapılmıştır. "Endişe
durumla ilgili olup, nesneyi yoksarken, korku özenle dikkatini nesneye
yöneltir". Heidegger'in aksine, Freud'un
ayrımı, nesnenin hiç mi olmadığını yoksa varolduğu halde dikkatin onun üzerinde odaklanmamış mı
olduğu konusunu aydınlatmaz.
Şüphesiz ki korkuda nesnenin somut olması gerekmez; bir olay veya gelişme
olabilir.
Heidegger'in endişe konusundaki tartışması endişe
varlığın otantik
veya otantik olmayan olanaklarını ortaya çıkararak toplumun (anonymous One) hakimiyeti
altında bırakılan kişiyi tek basına ya da daha doğrusu tamamen yalnız
hissettirerek günlük yaşamdan
koparır, iddiasıyla sona erer. Daima benim olan Varoluşumun bu temel olanakları, Varlığın başlangıçtan
beri ve büyük ölçüde &.msıkı sarılmış
olduğu dünya içeri varlıklar tarafından engellenmeden kendilerini
Varoluşta olduğu gibi endişede de ortaya
koyar.
2
Varlık ve Zaman'm ikinci ve son kısmını ol
usturan, altı başlıktan ikincisi
"Varoluş'un ve Ölümlü Oluşun Olabilir Bütünselliği (Das mögliche Ganzsein Des Daseins und das Sein
zum Tode)" başlığını taşır.
235 inci sayfanın başında bir önceki bölüm de değinmiş olduğumuz Kierkegaard tartışmasıyla ilgili şu dipnotu buluyoruz: "Endişe kavramıyla ilgili olanı
hariç.O'nun yazınsal söylemleri,
teorik çalışmalarına nazaran daha fazla felsefiktir."
Şu sonuca varmak
için Heidegger enine boyuna tartışır [Sayfa 39 ve 253]
"Ölüm kendini bir yokoluş, daha ziyade hayatta kalanlar tarafından
yaşanmış bir yokoluş olarak tanımlatır. Şüphesiz ki nesnenin
korkudaki gibi somut olması gerekmez; bir olay veya bir
durum olabilir. "Bununla birlikte bu sağlar. "Sayfa 254 deki bir dipnotta şunu ekler: "LN.Tolstoy, ban İlyitch'in Ölümü adlı hikayesinde "herkes
ölecek" sözünün paramparça olması ve çökmesi olgusunu
sunmuştur."
Şüphesiz,
Tolstoy'un hikayesi Heidegger'in tartışmasının temel esiniydi. "İvan
İlyitch'in Ölümü" 16] vurgulayıcı kıssadan hissesiyle muhteşem bir
kitaptır. Yaşamı alabildiğine boş, değersiz çevresindeki toplumun diğer
üyelerinden, özellikle de meslektaşları ve karısından
daha fazla olmamak üzere ve amaçsız bir üyesinin
hikayesi biçiminde topluma yapılmış sağlam bir saldırıdır. Hepsi
kendilerinin de bir gün öleceklerinin kesinliğini ciddiye almaksızın amaçsız yaşarlar, kendilerine ve
birbirlerine "herkes ölecek"
derler. Kitaptaki en ilgi uyandıran kişi, bir gün kendisinin de ölmek zorunda
olduğunu farkeden,sabırla ve severek İvan'a yardım etmek için elinden
geleni yapan zavallı bir mujiktir. Kitabın son
sayfalarında İvan yaşantısının boşluğunu farkederek, hastalığının sadece rahatsız bir karaciğer veya apandisit
değil, geride amaçsız bir yaşam
bırakarak ölmek olduğunu anlar ve yaşamının boşluğunu aşar.Yalan davranışlarına bahane bulmayı bırakır ve "Bu andan itibaren üç gün boyunca
durmayacak olan çığlıkları
başlar". Fakat bu üc gün boyunca başkalarının sorunlarıyla ilgilenmeyi, karısı için üzülmeyi öğrenir ve ilk defa
sever. Şimdi "Ölümün yeri
ışıktı!...Ne sevinç!" Ölüm dehşetini kaybetmişti.
Heidegger'in ölüm hakkındaki düşünceleri büyük ölçüde İvan İlyitch'in Ölümü üzerine kapalı bir yorumdur. "Ölümü düşünmek bile toplum tarafından alçak bir korku
olarak kabul ediliyordu... Kimse
ölüm endişesine karşı cesaretin yükselmesine izin vermez." Terbiye ivan'in çığlık atmasına izin vermez. Her
zaman yakında iyileşeceği imgesini
vermek zorundadır. Ölmek üzere
olduğunu kabul etmek onun için ayıptır. Fakat sonunda terbiyeyi yadsıma cesaretini gösterir ve çığlık atmaya
başlar. "Bu kadar yüksek bir
kayıtsızlığın gelişmesi, muktedir oluşuyla ilişkisi kopmuş varoluşu özüne yabancılaştırır." (6,
sayfa 254). Kendisini kandırıcı
kayıtsızlığını bir kenara bırakınca, İvan kendisine döner, sevme kapasitesine ulaşır ve gerçek olmayan,
yabancılaşmış, özgün olmayan yaşamının kendisine hıyanetini geride bırakır. Başka hiçbir yerde, Tolstoy'un öyküsünde
olduğu kadar, "Ölümlü olmak
özünde endişe" değildir. (6, sayfa 256).
Herkesin İvan ilyitch gibi olmadığını söylemek,
Tolstoy'u eleştirmek
demek değildir.Kendim bir istisna oluşturmakla birlikte.benim kuşağımın tümü milyonlarca genç insan
iİkinci Dünya Savaşı sı/asında, bir gün
ölmek gerektiğinin canlı kesinliğini içtenlikle yaşadılar. Bunların çoğu
"geriye pek zamanım kalmadı, fakat
bir kez olsun yaşamak istiyorum, belki bir hafta, belki de en fazla bir kaç ay" diyerek evlendiler. Ve
Heidegger'in kuşağı da (1889'da
doğmuştur) aynı deneyimi Birinci Dünya Savaşında yaşadı. Tolstoy'un
Hıristiyan olmayan, sevgisiz, ikiyüzlü dünya iddianamesi insanlık için doğru
bir tanımlama olarak kabul edilemez.
"Ölümlü olmak özünde endişedir" de doğru olmamasına rağmen bunun aksini savlayan her türlü görüş,
kendini kandırma ve "ölüm
endişesine karşı cesaret" yokluğu gerekçeleriyle yadsınabilir.
Bu noktada, bazılarımız, Birinci Dünya Savaşının etkisi
altında,
Heidegger'den önce, tek bir hikayeye bu kadar bel bağlamayan bazı başka
düşünürlerin ölüm üzerine düşünmüş olup olmadığını merak etmeye başlamış olabilir. Gerçekten
1915'de Freud(5) "Savaş
ve Ölüm üzerine Zamana Uygun Düşünceler" adı altında iki deneme yayınlamıştır.
"Ölümle İlişkilerimiz" adını verdiği ikinci denemenin ilk iki
sayfasından alıntı yapacağım Heidegger Freud'a atıfta bulunmadığı gibi, bilinç üzerine dipnot
bibliyografyasında
Freud'un bu konudaki en son tartışmalarına bile yer vermez. (6, Sayfa 272).
Hiedegger'in bilinç tartışmalarında Freud'un analizlerinden habersizliği affedilebilir
olmamasının yanında, yazdıkları
Freud'un tezinin başında kısaca söylediğinin çok kötü bir biçimde ve dolambaçlı bir tekrarıdır:
... Savaş ölümle daha önceki ilişkilerimizi bozdu. Bu
ilişki samimi değildi. Eğer bizi birisi dinlese idi, tabii ki, ölümün
tüm yaşamın zorunlu sonu olduğunu, her birimizin kendi ölümünü doğaya borçlu
olduğunu ve bu
borcu ödemeye hazırlanması gerektiğini, kısaca ölümün doğal, yadsınmaz ve kaçınılmaz olduğunu ilan etmeye
hazır olduğumuzu sanırdı. Halbuki, gerçekte farklıymış gibi davranırdık. Ölümü
bir yana itmeye, onu yaşamdan
ayırmaya açık bir eğilim gösterdik. Ölüm için mutlak bir sessizlik sürdürmeye çalıştık. Daha da ötesi herhangi bir şeyi
düşünen ölümü düşünür anlamına gelen bir atasözümüz bile vardır. Tabii kendisininkini. Daha da ilerisi kişi için
kendi ölümü hayal ötesidir ve ne
zaman buna kendimizi zorlasak gerçekte seyircilikten öte bir varlığımız
olmadığını anlarız. Psikoanalitik ekolün yargısına ileri sürmeye cüret edebiliriz; nihayetinde kimse kendi ölümüne
inanmaz. Veya (ki bu da aynısı);
bilinçdışında, her birimiz ölümsüzlüğümüze inanırız. Başkalarının
ölümüne gelince, kültürlü bir insan olarak, ölüme mahkum birisi bizi duyabilecekse olası üzerine konuşmaktan
sakınırız. Sadece çocuklar bu kuralı
bilmez... Düzenli olarak ölümün rastgele nedenselliğini, tersliğini, hastalığı, bulaşıcılığı, ileri
yaşı vurgular, böylece ölümü bir zorunluluktan
bir kazaya indirgeme eğilimimizi sergileriz. Kendiliğinden ölen birisi
için özel bir şekilde davranır, çok zor işi başarmış birisine duyduğumuza benzer bir hayranlık
duyarız.Hakkındaki eleştirileri durdururuz,
haksızlıklarını affeder şu deyişi söyleriz: de mortuis nil nişi bene (hiçbir
ölü kötü değildir) Mezarı başında öleni öven şeyler söylenir ve bu
deyişin doğru olduğunu düşünürüz. Artık ölenin ihtiyaç duymadığı düşüncelerimizi gerçeklerin üstüne, hatta
bazılarımızın yaptığı gibi, yaşayanlarla ilgili düşüncelerimizin de
üstüne yerleştiririz.
Bu anlatının sade,dolaysız açıklığı, belagatsız
insancıllığı ve mizahı, deneye doğrudan çağrışımı Heidegger'in
şişirmelerine çarpıcı bir zıtlık oluşturmaz. Heidegger'in, Kierkegaard ve Nietzsche ihmal edilerek, profesör ve öğrencileri,
görmezden gelinen bu olgu üzerine
tartışmaya kışkırttığı zaman zaman söylenmiştir. Heidegger'in uyarışında,
tartışma, olgu üzerine değil, kendi terimleri ve karanlık deyişleri
üzerine yoğunlaşmıştır. Ölüm, endişe, bilinç ve ilgi, varoluş, sunmaklık,
bırakılmışlık jargonun bir parçası haline
gelmiş diğer benzerleriyle birlikte binlerce defa kullanılmıştır. Buna
rağmen hipotezlerden konuşmuş olmamak için,
tartışma konusunda kesin iddialarda bulunmadı.
Ölüm hakkındaki görüşleri italikle yazılmış
aşağıdaki iddialı metinde doruğa ulaşır (6, Sayfa 266):
...İleriye doğru koşuş, varoluşa kendinde yokolma
seçeneğini sunarak onu kendi olmak
olanağının eşiğine getirir, bununla birlikte tutkusal ölüm özgürlüğü içinde,
herhangi birisi olmak yanılsamasından kendini
kurtarmak, varoluş için varlığı yadsınmaz, endişe dolu bir olgu haline gelir.
(Burada italikle
yazılanlar orjinalinde kalın yazıyla yazılmıştır.) Şüphesiz ki birgün
ölmeliyim olgusunun kabulü (düşüncelerimde
ölüme doğru koşuşum) zorunlu olarak bana verilmiş sınırlı zaman başkaları (adsız onlar) korkusuyla
harcarkenki israfı hatırlatabilir ve böylece kendi varlığımın çoğunu
burada ve şimdi kılmanın güçlü dürtüsü
haline gelir. Fakat Heidegger'in düşüncelerini sözcüklere yapıştırması veya
düşüncelerini kelimelerin dışına
sıkıştırması veya buradaki gibi garip deyişlerle ifade etmesi alışkanlığı kendisi ısrar ettiği halde Varlık
ve Zaman üzerine konuştuğu, yazdığı, öğrettiği öğrencilerinden
hiçbirini ana noktayı kavramaya ve bunun gibi sorular sormaya cesaretlendirmiş
değildir: Ölümünün kesin ve yüreklice
kabulü Heidegger'in ısrar et tiği gibi her zaman endişe olgusunu beraberinde
getirir mi?
Bu noktada
kendisini çok etkilemiş Hıristiyan yazarlara fazlasıyla dayanmaktadır:
Hepsinden öte, bu durumda Kierkegaard ve Tolstoy'a ve belki de Jacob Böhme'ye {of
The İncarnation of Jesus Christ, bölüm II,Başlık 4, kısım 1 ve altı Theosofik
Nokta, bölüm 1) "D/e Veltalter" da "her canlı
yaratığın temel duygusunun endişe olduğunu" ileri süren
Schelling'e. Heidegger'da Schelling'in Grundempfindung'u
Grundbefindlichkeit olur, çıkar.
Brezilya Başkan"ı Vargas'ın intiharından önce halkına yazdığı mektubu ele alalım. Şöyle bitmektedir:
.......... Brezilya'nın
yağmalanmasına karşı savaştım. Halkın yağma
lanmasına karşı savaştım. Yalın kılıç
savaştım. Nefret, kötüleme, iftira
benim ruhuma tesir etmez. Size yaşamımı verdim.Şimdi ölümümü su
nuyorum. Geriye hiçbir şey kalmıyor. Huzur içinde ebediyetin yoluna
adım atıyor yaşamımı tarihin
değerlendirmesine bırakıyorum." (New Yorfc Herald Tribune,
August 25,1955)
"Divine Wind" (8) adlı eserde yeralan Isao Matsua adlı, intihar
görevi için eğitilmiş Japon uçucunun ana babasına yazdığı mektubu ele alalım:
........... Lütfen
kutlayın beni. Ölüm için çok güzel bir fırsat. Pırıl pırıl
parlayan ağacından düşen çilek örneği öleceğim...Bir erkek gibi ölmemi sağlayacak bu şansa ne kadar değer verdiğimi
anlatamam. Teşekkürler size, ana ve babacığım, yirmiüç yıl boyunca baktığınız
ve doğruları gösterdiğiniz için. Hediye ölümümün benim için
yaptıklarınızı kısmen ödeyeceğini umut ediyorum.
Veya David Hume'un, bir ölüm döşeği konuşması bekleyen Hıristiyan arkadaşlarının canını sıkan, hepten
endişe yokluğunu ele alın.
Veya Sokrat'ın ölüm karşısındaki sakinliğini. Veya Sokrat hayranı stoik
bilgelerin ondokuz yaşında sakin intiharlarını.
Veya eski
Romalıları.
Heidegger'in endişe üzerine konuşmaları insanların
korktuklarının
kabulünün birden bir moda haline geldiği 1920 lerin Almanyasının bir belgeseli olarak
okunmalıdır. Remarque'ın Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Vo/c'unda (1929)
bu yeni dürüstlüğün antimilitarizmi amaçladığı açıkça gözükür ve aynı amaçla
Arnold Zvveig'in
büyük hikayesinin sonunda; "Çavuş Grischa (1928) "bağırsakları bok çıkardfdiye
bağırır. Kalıplaşmış olanı görmezden gelmek ve bazılarının ölümle karşılaştıklarında
korktuklarını ve bunların
bir kısmının vurulduklarında pantolonlarına doldurduklarını kabul etmek cesaretse de
Heidegger'e bu tür gözlemleri genel
doğrularmış gibi şişirmek düşmüştür.
Şeyleri o kadar
saldırgan bir dil şekline sokmuştur ki, ivedilikle kesin
karşıt örneklerle çürütülememiş, mısralarına karşı alınan tavırlar aşağıdaki dört ana tipten biri olmuştur.
1. İnsanların
çoğunun yaptığı gibi bazıları onu hiç okumamış ve tanımamıştır.
2. Bazıları onu biraz okumuş aşırı zor bulmuş, ve kabahati kendisinde bulmuştur. Ve doğaldır ki ileri
sürdüklerinin insanların değil varlığının (kendisinin de sık sık vurguladığı
gibi) antropolojik değil varlıkbilimsel gerçekleri olması söylediklerinden
abartılmasına yolaçmıştır.
3.
Bazıları onu
okur.zor bulur.direnir, öğrenmeye yıllarını harcar .Bu tür yıllar süren incelemeden sonra kim
ne yapabilir?
Felsefe öğretmeni
olur, yatırımını öğrencilere Heidegger'i anlatarak korur, "benim de anlamadığım daha çok şey
var, ama hayatımı biraz daha fazla anlamaya vereceğim" türü yorumlarla
olası iti
razları engeller.
4.
Amerikan entelektüelleri arasında
şimdilerde çoğalmaya başlayan başka bir tip, Heidegger'i okumamış fakat onun
hakkında bazı şeyler ve etkilerini
duymuştur; dolayısıyla onun büyük bi
ri olduğunu kabullenmiştir.
Eğer
varsa onun yapıtlarını okuyan çok az kişi vardır, onlar da ona saygı duymazlar
çünkü eleştiricil okuyucuların çoğu onu okumak için anlarını harcamaya değmediğini hemen
keşfederler.
Sartre "Varlık ve Hiçlik" de ölüm
üzerine kendi kendisiyle yaptığı tartışmada Heidegger'e önemli bir eleştiri getirmiştir [15].
Heidegger sadece kendi ölümüne doğru koşmanın kendi azamisine, özgün varoluşuna
yolaçacağını savunmuştur. Çünkü ölüm "kimsenin başkası yerine yapamayacağı
birşeydir...ölme göstermiştir ki ölüm
ontolojik olarak her zaman bensizden ve varoluştan oluşmuştur." Ve aynı anlamda daha başka cümleler [6, sayfa 240]. Sartre'ın haklı olarak gösterdiği gibi bu
ölümü farklı kılmamaktadır [15,
sayfa 533 ve devamı]. Kimse benim yerime uyuyamaz, kimse benim yerime nefes
alamaz. Benim olarak kabul edilen her türlü deneyim "kimsenin
benim yerime yapamayacağı birşey"dir.
Yaşantımın büyük bir kısmını özgün olmayan bir kipte geçirebilirim, bu
durumda bunu veya şunu yapan kimsenin ben olup
olmaması kesinleyici bir farklılık yaratmaz; bu kipte kurşunun bana mı veya bir başkasına mı isabet ettiği
ilk onun mu, benim mi öldüğüm farketmez. Fakat farkeder tavrını benimsersem; bu,
dünyadaki tüm farklılıkları bana anlamlı hale getirir, bu durumda bu tavrı
ölüm için benimsediğim tavırdan daha az olmamak
üzere.şu tekil kadına olan sevgi deneyimim bağlamında da,yazdığım şu
tekil kitap bağlamında da, kendi görüşüm, işitişim, duyuşum veya tanıklığım
bağlamlarında da sürdürürüm. Sartre'ın
dediği gibi [15, Sayfa 535] "Kısaca, benim ölümümü özel
kılan kişileştirici hiçbir hassa yoktur. Oldukça çelişik olarak.ancak ben,
kendimi öznelliğin perspektifine oturttuğum zaman benim ölümüm haline
dönüşür."
Sartre
Heidegger'in "Ölüme doğru olma" kavramının tümünü eleştirerek devam
eder. Kendimizin öleceğini bilsek bile bunun
ne zaman olacağını asla bilemeyiz; halbuki yaşamın anlamı sözkonusu
olduğunda tüm farkı yaratan ölümün zamanıdır.
...Gerçekten bir yandan
görevimizi tamamlamadan ölme veya öbür taraftan gerektiğinden fazla yaşama gibi her türlü
olumsallığımız vardır.Bundan dolayı azimle kurulmuş bir akord örneği,
Sofokles'e sunulduğu gibi, ölümümüzün bize sunulması çok zayıf bir
olasılıktır. Böylece ölümümüzün ve buna bağlı olarak yaşamımızın karakterini
sadece olumsallık belirler, bu durumda
ölüm en fazla.en sonuna kadar beklenilmeyen bir melodinin sonuna
benzer: onu kendim için belirlerkenki şans
faktörü ondan her türlü armonik son özelliğini uzaklaştırır...Bu durumda Sofokles'in ölümü gibi bir ölüm azimle
kurulmuş bir akorda benzeyecek, fakat
birşey olmayacaktır, aynen bir alfabeden dökülen ve bir kelime oluşturmayan harfler gibi. Bu durumda
projelerimin göbeğinde sürekli olarak olumsallığın ortaya çıkması benim
olanağım olarak değil.ancak tersine tüm imkanlarımın yoksanması, artık kendisi
benim olanaklarımın bir parçası olmayan bir
yoksanma olarak algılanabilir [15,
sayfa 5].
Balzac'ın Les Chouans'ı yazmadan önce
öldüğünü varsayalım; bazı
melun entrika romanları yazarı olarak kalacaktı. Bu durumda bu genç adamın tüm beklentisi, büyük bir adam olma
beklentisi anında her türlü anlamını yitirir; ne inatçı ve kendini
beğenmiş körlüğü.ne de kendisinin gerçek
değeri.çünkü karar verilecek birşey yok...Bu tavrın nihai değeri her zaman belirsiz kalır;hatta eğer
tercih ederseniz.bütün (tavrın bazı özel türleri, beklentiler,
değerler)hepsinin aniden saçmalığa
dönüştüğünü düşünebilirsiniz.Böylece ölüm hiçbir zaman yaşama anlamını
veren birşey değildir; tersine, prensip olarak ondaki tüm anlamları götüren
birşeydir [15,sayfa 539].
Bitmiş bir yaşamın tek karakteristiği bir başkasının
kendisini ona bekçi kıldığı bfr yaşam
olmasıdır [15,sayfa 541].
İntihar
da bir çıkış yolu değildir, demektedir Sartre. Anlamı geleceğe göre değişir. "Eğer isabet
ettiremezsem" daha sonra intiharımı
korkaklık olarak yargılamayacak mıyım? Olaylar bana başka çözümlerin mümkün olduğunu göstermeyecek mi? İntihar yaşantımın saçmalığa batmasına yolaçan bir saçmalıktır
[15, Sayfa 541].
En sonunda Sartre sorar: Heidegger'in
ölüme doğru olma kavramını yadsıdığımız zaman,kendisinden sorumlu olduğumuz
varlığımıza
özgürce anlam verme imkanını sonsuza dek terketmiş mi oluyoruz? Tam zıttı.
Sartre Heidegger'in ölüm ve sonun kesin özdeşliğini yadsır ve derki:
...Eğer ölümsüz olsaydık bile insan gerçeği sonlu olacaktı,
çünkü insan kendisini insan olarak seçerken kendisini sonlu kılar. Gerçekten
sonlu olmak, kendini böyle seçmek demek
başkalarını dışlayan tek olanağa doğru kendini yansıtarak kendini kendine
tanıtmak demektir. Özgürlüğün gerçek
eylemi, bu durumda sonluluğun kabulü ve yaratımıdır. Eğer kendimi kılıyorsam, kendimi sonlu kılarım ve böylece yaşantımı
da tekil kılmış olurum [15, Sayfa 545].
Keza, Sartre ayrıca birçok oyununda ve benim Dostoyevski
den Sarîre'a
Varoluşçuluk [9]
adlı çalışmamda da yeralan ve tartışılan Duvar adlı yapıtında insanların ölüme
karşı tavırlarını ele almıştır. Fakat
bu çalışmanın küçük hacminde onun çoğunlukla beğeniyedeğer
oyun ve öykülerini ele alamayız. Yukarıdaki düşüncelerin değerlendirmesine geçmeden, öncelikle Camus'ü ele alalım.
4
Nobel ödül komitesince Camus
'ün politikasının daha fazla kabul
görmüşlüğüne ve Sartre'ınkinden daha çekici olarak yorumlanmasına, ve muhtemelen onun kadar nezaket ve namusluluğu ve duru
kararlılığı cezbeden başka hiçbir yazar olmamasına rağmen, Henri Peyre, Camus'ün kitapları ve onun
hakkında yazılanlar üzerinde yaptığı
incelemede Sisifos Mitini ve Başkaldıran İnsanı "için sadece
çelişik değil, aynı zamanda zihin karıştırıcı ve kanımca sığ ve ham" derken çok haklıdır. ( H.Peyre,. 'Comment on Camus" WginiaQuart.Rev..34(4)623629,
automn 1958.)
Camus iki felsefik eserinden birincisine, Sisifos
Mitine fevkalade
kahince bir ifadeyle başlar [3,sayfa 21]:"Gerçekten ciddiye alınabilecek tek felsefik sorun vardır, ve o da
intihardır". Ardından dünyanın saçma olduğunu söyler. Biraz sonra da
" dünyanın saçma olduğunu söyledim ama fazla acele ettim.Dünya hiç mantıklı değil.tüm söylenebilecek budur.Fakat
saçma bu akıldışılıkla insan
yüreğinde yankılar yapan açıklığa karşı duyulan özlemin çarpışması değil
midir? Saçma, dünyaya olduğu kadar insana da bağlıdır". Bu nokta daha deyimsel ve sağlıklı bir hale bütün şeyleri anlaşılır kılmak için duyulan açlık
gerçekten saçmadır veya daha hassasça kiçotçadır, diyerek getirilebilir. Fakat
Camus "bildiklerimle ve
sadece onlarla yaşayıp
yaşayamayacağımı merak
ediyorum" [3,sayfa 40] demesine rağmen saçmayı rapsodik bir coşkuyla ele alır. Bu "saçma
mantık'tan [sayfa 31] tabii ki bu saçma üzerine sözeden özel mantıktan, eğer
böyle bir söylemin özel mantığı
olabilirse sözaçar. Ardından dünyanın saçmalığına inanmış veya daha doğrusu
insan eylemlerinin saçmalığına veya
kişotçalığına inanmış anlamına gelen saçma akıldan ;özellikle " Chestov için mantık yararsızdır, fakat
mantığın ötesinde başka birşey vardır. Saçma bir akıl [yani Camus] için
mantık yararsızdır ve mantığın ötesinde
hiçbir şey yoktur."[3, sayfa 35] diyerek sözeder. 'Yararsız" sözcüğü de "sınırlı" veya
"mutlak olmayan" anlamına
kesinlikten yoksun olarak kullanılmıştır. Biraz ötede [3,s.35]: "Saçma
Tanrıya götürmez. Belki bu kavram şu şaşırtıcı ifadeyi kullanma tehlikesini göze alırsam daha açık hale gelebilir:
Saçma Tanrısız bir günahtır." Stilindeki ve düşünüş şeklindeki gevşeklik şaşkınlık vericidir. "Günahın
ne anlama geldiği hakkında hiçbir açıklama yapmamıştır, ve Camus, her ne
kadar bizi şaşırtamadıysa da içboşaltıcı
olan bu müphem cümlesinden açıkça çok
hoşnuttur. Bu kitabında -ve Başkaldıran İnsan'da- Nietzsche'den
bu kadar sık alıntı yapan bir yazar olarak, Camus'den en azından Tanrıyı dünyamızın resmine dahil etmemekle, Nietzsche'nin iddia ettiği gibi insanın
"saflığını"geri verip vermediğimiz, günahı ardımızda bırakıp
bırakmadığımız sorusunu ortaya getirmesi
beklenirdi.
Kierkegaard, Jaspers, ve Chestov sözkonusu olduğunda, Camus
mantıkdışının teması varlıklar [sic (sic aykırılığa dikkat çekmek için kullanılan bir deyim.)] tarafından
kavrandığı şekliyle, kendini yadsırken bulunan ve kaçıran akıldır derken çok
haklıdır. Fakat,"saçma limitlerini kateden berrak bilinçtir" diye eklerken
saçma üzerine tüm bu kahince tartışmaların vazgeçilebilir olduğu açık hale
gelir ve Camus, dinin özünün mutlak bir bağımlılıktan oluştuğu düşüncesine karşı Freud
tarafından yapıları iki tümcelik eleştiriye açıklık yerine karışıklık getirir:
"Dinin özünü oluşturan
bu duygu değil, ona tepki olan, bu duyguya bir çare arayan bir sonraki adımdır. Kim
daha ileri gitmez, kim daha alçak gönüllüce insanoğlunun evrende oynadığı rolün anlamsız
bölümüne çekilirse,
tam zıttına sözcüğün en gerçek anlamında dinsiz olan odur. "(The Future
of İllusion [5], 6. bölüm, 1927 de yazılmıştır. Sisifos Mitinden onbeş yıl önce) Aynı zamanda
Nietzsche'nin
kitaplarına da nüfuz etmiştir.
Ancak
Nietzsche özellikle Zarahusra'nm [14] birinci bölümünün sondan bir
önceki kısmında ve "İdollerin Alacakaranlığı" nda [14,183.sayfadan 186.sayfaya kadar] "Özgür
ölümü" kutlamaya kadar gitmiştir:
"...genellikle
özgür olmayan bir ölüm, uygun olmayan zamanda bir ölüm, korkağın ölümü genellikle en rezil koşullardaki ölümlerdir. Yaşam sevgisinden
dolayı değişik bir ölüm arzulanmalıdır: Özgür, bilinçli vetuzaksız." Nietzsche'nin düşünceleri açıktır. Fakat akrabaları
onu bir yıl taşıdıklarında ayakta ölmediyse bile çökmüştür.
Camus'ün
intihara karşı olan delilleriyse sık ve bulanıktır. [3,sayfa 53 ve
devamı]:"İntihar zıplayış gibi uç noktanın benimsenmesidir. Herşey biter ve insan
kendi esas tarihine döner. İntihar bir anlamda saçmayı sona erdirir. O saçmayı
aynı ölüme gömer...Esas olan uzlaşmadan kişinin arzusu dışında ölmesidir. İntihar bir yadsımadır. Camus
"meydan okuma" istemektedir.Camus
daha sonraki çalışması "Başkaldırı" dakinden [4]ki oradaki başkaldırı yazınsal anlamda biz yerine
geçmektedir daha az olmamak üzere
tam anlamıyla vazetmekte ve öğütlerini edebi açıdan hatalı genellemeler şeklinde sunmaktadır.
"Başkaldırı x'i yapar" demek,
"ben x'i yaparım, senin de yapmanı isterim." demektir. Sisifos Mitinde de Camus aynı şekilde" saçma akıl" ve "saçma mantıken arkasına sığınmaktadır.
İntihar kah "boyuneğme", kah
yadsıma"dır.Gerçekte bazen boyuneğme, bazen
yadsımadır.arasıra da ikisi birden meydan okumaya oyuneğme,umutların
yadsınmasıdır. Nietzsche'nin "özgür ölüm"ü; yolların olumlanması,
herhangi bir insanın kendi yaşamını ve onunla birlikte bütün dünyayı
kabullenmesi, kendini
oluşturmanın şenlikli gerçekleşmesiyle birlikte bu güne
kadar sürdürdüğümüz fakat bugün tüketmiş
olduğumuz yaşamın daha fazla yapacak
hiçbir şeye ve ek güne ihtiyaç duyulmayacak kadar kabullenilmiş olduğu,buna rağmen sonsuza dek aynı olayların dev
aralıklarla yeniden meydana gelmesi durumunda tekrar ve tekrar neşe içinde yaşanacağı anlamına gelir.
Camus'ün Sisifos Mitin'vn birinci kısmı çok
anlamlı ve uygun bir
biçimde "Saçma Mantıklama" başlığını taşır. Kötü kehanet sona doğru
açıkça ortaya çıkar; "Saçma bu noktada aydınlatmaktadır, gelecek yoktur" [3,
sayfa 58]. "İnsanın hiçbir yere sığınmadan yaşayıp yaşayamayacağı,
işte beni ilgilendiren tek şey bu" (sayfa 60). Çağdaş yaşam koşulları insanların çoğunluğuna
aynı deney
inceliğini ve aynı derin deneyi kabul ettiriyor.Bireyin doğuştan katkısını,kendisine
"verilmiş olanı" da gözönünde bulundurmak gerekir elbet. Ama bu konuda bir yargıya
varamam ve bir daha
burada kuralımın dolaysız açıklığa uymak olduğunu söylemeliyim" (sayfa 61).
Özetle, doğal olarak insanlar aynı derin deneyimlere sahip değildir, gene de basit dürüstlük
adına bunun böyle olduğunu varsaymak zorundayız.
Aşırı antipatik gözükmesine rağmen, Camus'ün daha
sonraki sayfada
ne söylediğine bakalım!
...Burada aşırı basitleyici olmak
gerekir. Yaşadıkları yılların sayısı aynı olan iki insana, hep aynı deneyler toplamını sağlar
dünya. Bunun bilincinde olmak bize düşer.
Yaşamını, başkaldırısını, özgürlüğünü duymak, elden geldiğince fazla duymak fazla yaşamaktır. Açıklığın egemen
olduğu yerde, değerler ölçeği gereksiz hale gelir. Daha da basitleştirici
olalım [3. sayfa 62].
Allah
aşkına neden "aşırı basitleştirici" olalım, "neden daha da basitleştirici" ? Aynı
sayıda yıl yaşamış iki insan her zaman aynı miktar deneyime sahip olmaz, birisi olanların daha
da farkında.diğeri kısmen kör olabilir. Yaşam önümüzden kayan, bazen seyrettiğimiz bazen uyuduğumuz bir film değildir. Kimisi
hastalıkların ızdırabını yaşar, görür,
sever, umutsuzluğa düşer, çalışır, başarısızlık ve başarıyı tadar; kimisi sefaletin sessiz sessiz alaca karanlığında,
eğitimsiz bilinciyle öldürücü rutine zincirlenmiştir. Keza Camus, Nietzsche'nin
deyimini kullanırsak, insanın kendini bir ölçüde
deneyimlerin içinde oluşturduğunu,kiminin güvenceyi, kiminin tehlikeyi seçtiğini gözardı eder. Ve
sonuçta Camus deneyimin ve aklın
kovasına düzgün bir hızla saniye saniye diyelim akıtılan damlalara benzediğini, ve sanki sekans önemli değilmiş gibi yazar; sanki Kral Lear"\ on
yaşında görmeyle otuz yaşında görme birmiş gibi.
Kaldığımız
yerden alıntımızı sürdürelim.
...Tek engelin, tek kazanamamanın
erken ölüm olduğunu söyleyelim. Böylece de saçmayı kavramış insanın gözünde
(bunu istese bile), hiçbir coşkunluk, hiçbir tutku, hiçbir özveri, kırk yıllık
bilinçli bir hayatla altmış
yıl üzerine serilmiş bir duru görüşlülüğü eşit kılamaz. Delilik ve ölüm bunlar
onun onarılmaz durumlarıdırlar... Yirmi yıllık yaşamın ve deneyimlerin yerini
hiçbir şey dolduramaz. Sürekli olarak bilinçli kalan bir ruhun önünde şimdiki
zaman ve şimdiki zamanların birbirini kovalaması,
saçmayı kavramış insanın ülküsü budur işte [3 sayfa 63-64]. j
Camus kendi saçma .gerçekten saçma insanına;
deneyimleri
emmeyi, toplamayı, istif etmeyi arzulayan ve bir yığın oluştursun da ne olursa
olsun-ne kadar fazla o kadar iyi- diyen insanına kucak açıyor. Keşke kendisini
düşüncelerinin niteliği hakkında bu denli kandırmasa ve kitabının ikinci
denemesinde kendisini
"berrak gören ve umudu bırakmış biri" olarak tanımlamasaydı. Sonuç
olarak Camus'ün hayran olunacak "Yabancı" ve "Düşüş'ü "Başkaldıran İnsan'dan ve burada tartışılandan üstündür. Camus çok ince bir yazardır, fakat felsefeci
değildir.
5
Camus' ün bulanıklığı Hölderlin'in [7] bir şiirini
çağrıştırmaktadır:"Nur
einen Sommer". Heidegger bu şair için deneme üzerine deneme yazmış olup.sonunda
bu desteyi de kitap haline getirmiş, fakat şairin düşüncelerini Heidegger'in sevdiklerinden, hem daha iyi hem daha açık
anlatan bu şiir üzerine bir denemesi yoktur.
Bir tek yaz büyük güçler bahşet bana ve Tam olmuş bir şarkı için bir tek güz
ki, doymuş olsun, oyunum tatla,
yüreğim daha arzulu ölebilsin. Bir ruh yaşar, ilahını yakalayamaz Doğru,
aşağı dünyada dinlenemez. Fakat bir kez önünde eğildiğim, nedir.
Kutsal şiirim tümlendi, o halde Hoşgeldin gölgeler dünyasının
sessizliğine! Ben hoşnutsam da lirim değil, Bana eşlik et, aşağıya. Bir kez, ben Yaşadım
Tanrılar gibi, fazlası gereksizdir.
"Uyumsuz İnsan"da gördüğümüz gibi Camus
"Delilik ve ölüm
birbirinden ayrılamaz" der. Hölderlin bu şiiri yazdıktan kısa bir süre sonra delirmiştir. Şiirin anlatmak
istediğini, bir başkası değilse bile.Camus
tutmamıştır.Sözkonusu olan: sadece yaşamın yirmi yılının ikamesi değil,ondan
öte birşeydir; "Bir kez ben yaşadım
Tanrılar gibi, fazlası gereksizdir."
Bu nokta Sartre tarafından da gözardı edilmiştir. Doğrusu, ölümün bir insanın yaşamına bir anlam verebilme
şansını ortadan kaldırdığını, ve -hatalı bir şekilde- ölümün "tüm
olanakların yoksanması" olabileceğini düşünüyordu. Çocuklukta
değilse bile.çok sonraları herkes ölümün amanına bağlı olduğu duygusu taşır. "Fakat bir kez önünde eğildiğim
nedir, kutsal şiirim tümlendi", bir kez ölümün karşısında, ölümle
yarışta benim olan ve bir başkasının bu
kadar iyisini gerçekleştiremeyeceği bir projeyi başardım mı, görünüm değişir;
yarışı ve ölüme karşı zaferi ben kazanmış olurum. Ölüm ve delilik için
artık çok geçtir.
Şiirin ışığı
altında şairin daha sonraki çıldırışını görürüz. Nietzsche gibi Hölderlin için de ölümün kendilerini alıp götürmesinden önceki bir kaç yıllık delilik fazla birşey ifade etmez; işi tamamlamışlardır. Kesinlemek için şöyle diyelim; diğerleri kendilerini ölü bir yaşamın bekçisi kılmışlar ve onu kendi ışıklarına göreyorumlamışlardır; fakat biz
yaşarken aynısını yapmaya başlarlarsa
bizim savunmamız yokolur. Bu sonlu yaşamlardan daha az olmamak üzere sonluluğun, sonlu çalışmaların bedelidir diyemeyiz. İnsan
Tanrının ebedi olduğunu söyler, fakat teologlar ve müminlerin kendile.ini sonsuzun bekçisi
kıldıklarını ve O'nun arkasından
değilse bile yüzüne karşı yorumlarını sunduklarını zor inkar eder.
Ve Heidegger? Gerçekten eksik mi söylemektedir?
Daha önce ve daha
kapsamlı olarak, Freud tarafından daha veciz ve insani bir şekilde, Tolstoy
tarafından çok daha canlı bir şekilde ifade edilmiş olan,bir çok insanın ölümün kesinliğine
karşı çıkamayacağı.ergeç
öleceği basmakalıp sözünü anımsatır. 1.Dünya Savaşı bitmeden önce açıkça ölümden
veya ona ilişkin birşeyden korkmak bir
cesaret olarak algılanabiliyordu, fakat 1920'lerden beri Angsf'ı(endişe)kabul etmek modadır. Ki ölümünü, endişe kabul eden bir insan, deneyiminde yaşamından birşey
yapmak için güçlü bir istek bulsun, bazı gerçekleştirrneleriyle kendini
ölüm korkusundan sıyırsın ve Heidegger'in onaltı kitapta söylediğinden daha
iyi bir şekilde Hölderlin'in söylediği gibi "o halde hoşgeldin" deme iznini kendisine sağlasın.
Kierkegaard
ve Nieztsche çağlarına meydan okudular ve Nietzschevari bir deyimle "zamansız" ve
"yetim" doğmuştular. Heidegger'in ünüyse tam aksine onun büyük zamancılığına
dayanıyordu. Kendi kuşağının büyük
felsefecilerinden çok önce çağının ilgi
alanı konularına el atmıştı. Nesrinin aşırı güçlüğü açısından bakıldığında, yazarın özgün deneyiminin
açıkça ortaya koyamadığı bilgisine
-insanın bu dünyadaki tümden yalnızlığının bilincine varması denebilir- nüfuz edebilen bir okuyucu Heidegger'de "hepsi saçma" diye omuz silkmiş
olduklarından daha fazasının olduğunu
duyumsar.Fakat sorun üzerine konuştuğu olguyu aydınlatıp aydınlatmadığı veya ondan önce yapmış olanlardan daha iyi yapıp yapmadığıdır. Yanıtıysa kesin
bir şekilde öncellerinden daha iyi
bir şekilde yapmak bir yana hiç de aydınlatıcı olmadığıdır.
Son
bir örnek vermek gerekirse, Danton'un Ölümü [1] ve VVoyzeck [2] adlı oyunların yazarı George
Büchner (1813-1837) ve ünlü Alman
oyunlarından biri olan Prens Friedrich von Homburg da [13], Heinrich von
Kleist (1777-1811) sadece Heidegger'i
öngörmemişler, içebakış açısından onu çok aşmışlardır. 1.Dünya Savaşından, bir yüzyıl önce, Prusya ordusunda
subay olan Kleist, prensin ölüm
karşısında korkusunu betimleme ve sahneye getirme cesareti göstermiştir -prens
ölüme mahkum edilmiş bir
generaldir-. Fakat aynı oyunda prensin endişeyi yenisini gösteren son sahnede prens en ufak bir endişe
taşımaksızın kurşuna dizilmeye hazırdır. Gözleri bağlanır,
Dostoyevski'yi ve Sartre'ın Duvar adlı
hikayesinin sonunu çağrıştıran bir şekilde bağışlanır.
Ölüm karşısında insan
davranışları hakkında daha iyi bilgi sahibi
olmak isteyenler Hölderlin, Kleist, Büchner ve egzistansiyalist felsefe alıştırmalarından daha çok şey
öğrenirler. Gerçekte Heidegger ve onun dümen suyunda gidenlerin korku
verici terminolojisi çok sayıda önemli
ayrımı gözden uzaklaştırmıştır. Bunların
dördünden sözedeceğim.
Birincisi, dünyanın belli başlı dinleri ölüme karşı
değişik tavırları
yüreklendirmişlerdir. ilk Hıristiyan şehitlerinin bir kısmı korkusuzca, ebedi mutluluk umuduyla
ölmüşlerse de, Hıristiyanlık genelinde
büyük etkisini insanları ölümden korkutma yolunda kullanmıştır. Budha'nın tavrı tümüyle değişiktir.Aydınlanma deneyiminden sonra bütün endişe aşılır ve Hıristiyanlığın
korkunç ölüm hikayelerine karşı açık
bir antitez oluşturur.
İkinci olarak,hayatiyet ölüme karşı tavrı nereye kadar etkiler;
egzistansiyalistler hastalar ile askerler arasındaki farkı veya yorgunluğun etkisini ele almamışlardır. Bu bakış açısından, Malraux'nun "İnsanlık
Durumu" Heidegger'den daha ilginçtir. Son bölümü ölüme karşı değişik tavırların incelenmesinden daha başka birşey değildir.
Üçüncüsü öldüğümüz zaman dünyanın herkes için sonunun gelmiş olacağının kesinleşmesi durumunda ölüme karşı tavrımızın hangi ölçüde
değişeceğidir. Yani mutlak olarak yitireceğimiz hiçbir şey yoktur.
Sonuncu olarak, hiçbir
egzistansiyalist, ölüm karşısında tüm farkı
getiren ayrımı ele almış değildir. Nietzsche "The Gay Science"\n 290. kısmında [14, sayfa 98 ve devamı] demiştir
ki:"Bir tek şey için gereklidir. Bir insanın kendi kendisiyle hoşnutluğu elde etmesi için şiir ve sanatla.ancak ondan
sonra görmeyi tümüyle hakeden insan
olur. Kim ki kendisinden hoşnut değildir, hep intikama hazırdır, dolayısıyla biz diğerleri onun çirkin bakışları bulunduğumuz sürece onun kurbanı olacağız.
Çirkin bakışlarsa insanı kötü ve iç
sıkıntılı kılar". Veya Hölderlin'in söylediği gibi •YAŞAYAN KENDİ GÖKSEL DOĞRUSUNA ULAŞMAMIŞ RUH.AŞAĞIDAKİ DÜNYADA RAHAT ETMEZ". Fakat
yaşamını birşey kılmış insan, ölümü
endişesiz karşılar. "Bir kez ben yaşadım Tanrılar gibi fazlası
gereksizdir".
REFERANSLAR
1.Büchner,G.:"Danton's
Deathi,"J.Holmstrom (tr.),E. Bentley
(ed.).The Modern Theatre.Doubleday Company,lnc.,Anchor Books New York, 1957, vol.5.
2.Büchner, G.:'Woyzeck,'T.Hoffman(tr.),E.Bently (ed.),
The Modern Theatre,
Doubeday Company, Inc., Anchor Books, NewYork, 1955,vol.1.
3.Camus,A.: The Myth of Sisyphus and Other Essays, J.O'Brien (tr.), Alfred A.
Knopf, I ne, New York, 1955.
4.Camus, A.: The Rebel: An Essay on Man in Revolt,
A. Bower (tr.).AIfred A.Knopf,
Inc.Vintage Books, New York,1956.
5.Freud, S.: Gesammelte Schriften (12
vol),lntemationaler Psychoanalytischer
Verlag.Leipzig, 1924.
6.Heigegger, M.: Sein und Zeit: Erste Halfte, Max
Niemeyer Verlag,
Halle, 1927.
7.Hölderlin,F.: An Die Parzen (To the Fates).1798.
8.lnoguchi, R., T. Nakajima, with R. Pineau: The Divine Wind: Japan's Kamikaze Force in World War II. Copyright 1958 by the United States Naval Institute, Annapolis, Md.
9.Kaufmann, W. (ed.):
Existentialism from Dostoevsky to Sartre,
Meridian Books, Inc., New York, 1956.
lO.Kaufmann,
W.: Critique of Religion and Philosophy, Harper Brothers, New York,1958
11.Kaufmann,W.:From
Shakespeare to Existentializm: Studies in Poetry, Religion,
and Philosophy, The Beacon Press, Boston, 1959.
12
.Kierkegaard, S.: The Concept of Dread,W.Lowrie (tr.), Princeton
University Press, Princeton, N. J., 1940.
13.
Kleist, H. von: The Prince of Homburg.J.Kirkup (tr.),E. Bentley (ed.), The
Classic Theatre, Anchor Books, New York, 1959,
vol.2.
14.Sartre,
J.P.: Being and Nothingness, Hazel Barnes (tr.), Philosophical
Library, Inc., New York, 1954.
15. Tolstoi,LN.:'The Death of Ivan llyitch" The Works of Lyof
N.Tolstoi,Charles Scribner's Sons, New York, 1904, vol, 14.
Çeviri: Doğan Özkan